27 Aralık 2011 Salı

Kıskanmak


Yönetmen: Zeki Demirkubuz
Yazan: Zeki Demirkubuz, Nahid Sırrı Örik (Kitap)
Oyuncular: Berrak Tüzünataç, Serhat Tutumluer, Nergis Öztürk

Dürüst olmam gerekirse, çok sevmeme ve içinde bulunduğum süre içinde çok mutlu olmama rağmen sinemayı aksatan ve daha çok film izlemesi gereken, ortalama bir seyirciyim. İşte bunun kanıtlarından biri de Kıskanmak filmini henüz 15 gün önce izleyebilmiş olmam.

Türk yönetmenler içinde peşinden gidilebilecek, yol gösterici olabilecek kim var diye sorsanız aklıma ilk gelecek isimlerden biridir Zeki Demirkubuz. Sadece Kader filmi bile Türk sinema tarihi için bir mihenk taşıdır, en azından hikaye ve oyunculuklar anlamında. Kader,  etkisi uzun süre geçmeyecek bir filmdi ve geçmedi de.

Geçtiğimiz günlerde D&R'da dvdsini görüp, ben bu filmi neden izleyemedim diyerek almıştım. Sonunda 2 hafta önce izlemeyi başardım.

Film, bir kitaptan uyarlama. Orta yaşlı bir mühendisle evlenmiş güzeller güzeli bir genç kızın, kocasını aldatmasını ve aldatması yüzünden değil de, görümcesinin zamanla içinde büyüttüğü kıskançlık yüzünden almak istediği bir intikamın kilit parçası olmasını ve yaşananları anlatıyor.

Hikayenin çıkış noktası çirkin bir kadının kıskançlıkla intikam alma duygusu ve fırsatını bulduğunda ne derece kötü olabileceği. Genel olarak yavaş ilerleyen bir film, yönetmenin önceki filmlerine oranla biraz daha kopuk bir akışı var, belli hikayeleri, özellikle kıskanç görümcenin hikayesini detaylı incelese ve anlatsa belki çok daha güzel olabilecekken, belki de gizemi bozmamak adına sadece hikayesinin ne olduğunu karaktere anlattırmakla yetinmiş. Genelde kitap uyarlaması olan senaryolar detaylardan kurtulmak adına hikayenin önemli parçalarını atlayabiliyor. Filmin genelinde kitabı da okumadığım için böyle bir durum sezmedim.

Filmin karanlık ortamı, etkileyiciliğini arttırmış, karanlık bir film olmasını sağlamış ki bunun amaçlandığını düşünüyorum. Aldatmak ya da aldatılmak aslında içimizde büyüttüğümüz intikam ve kıskançlık duygularını tetikleyen ufak bir araç olarak gösterilmiş filmde, bu da bu hassas konuya değişik ama bir çok açıdan doğru bir bakış açısı olmuş. (En azından filmin hikayesi içinde öyleydi)

Oyunculuklara gelince mühendis rolündeki Serhat Tutumluer'e fazla iş düşmemiş,o yüzden olumlu ya da olumsuz eleştirilebilecek bir performans olarak görmüyorum. Kıskanç görümce rolündeki Nergis Öztürk'ün performansını iyi bulduğumu söyleyebilirim. Nergis Öztürk'ün o az konuşan, kasvetli havası tam da psikolojisine uygun olmuş ve o etkiyi bizler üzerinde hissettirmiş. Berrak Tüzünataç'a gelince genel olarak oyunculuk becerilerinin yüksek olmadığını düşündüğüm biridir kendisi. Bu film de de beni yanıltmamış, vasatı aşamamış bir performans. Daha neşeli, daha canlı bir karakter olabilirdi, konuşurken bile sanki bir yapmacıklık var üstünde ya da bana öyle geliyor, bilemiyorum.

Film genel olarak izlenmeye değer ama bekleneni vermeyen bir film olarak nitelendirilebilir. Yönetmen koltuğunda Zeki Demirkubuz görülünce insan ister istemez beklentisini yükseltiyor ama bu sefer beklentinizi karşılamayabilir.

Not: D&R'da dvdleri mevcut, son derece de uygun fiyatlarla satışta, alıp izlemeniz tavsiyemdir.

Hepinize iyi seyirler..

26 Aralık 2011 Pazartesi

Hugo


Yönetmen: Martin Scorsese
Yazanlar: John Logan, Brian Selznick
Oyuncular: Ben Kingsley, Asa Butterfield

Filmin ismi sizi yanıltmasın, bu filmde ne Tolga abi var ne de 6 tuşuna basınca sağa giden Hugo. Hugo, Fransa'da tren garındaki saatlerin çalışmasını sağlayan küçük bir çocuğun ismi.

Film bir çocuk ve onun tamir etmeye çalıştığı oyuncakla ulaştığı sonu hikaye edinerek, sinema tarihine ve gelişimine gönderme yaparak, insanın bir amaç uğruna yaşaması gerektiğini vurguluyor. Genel olarak izlenmeye değer bir film olmayı başarmış. 3 boyutlu olması görsel açıdan güzellik katıyor tabi görüntü kalitesi olarak da avatar kadar olmasa bile çok başarılı bir film, son derece net ve gerçekçi görüntülerle bu açıdan oldukça tad veriyor. Brian Selznick'in ünlü kitabından sinemaya uyarlanmış film bir nevi sinema tarihine de saygı niteliğinde ve sinema tarihinin başlangıcına değiniyor.

Filmi güzel bulma sebebimin sinemaya olan sevgiyi eski bir yönetmen üzerinden, şahane bir biçimde anlatıyor olması, yoksa filmin olumsuz eleştirilecek bir çok noktası var. Öncelikle Paris'de geçen bir filmde karakterlere İngiliz aksanıyla ingilizce konuşturmak kesinlikle olmamış. Filme bağlanamıyor insan, Paris manzaraları bu kadar muhteşemken, Fransızca'yı da dil olarak belirleseler çok daha çekici ve mantıklı olacakmış. Hikayenin akışında büyük aksaklıklar var, filmde birden fazla insanın hikayesine değinilirken, bazıları sonuçsuz ve havada kalıyor. Filmden çıkan bir çok insanın bu hikayeleri kafasında birleştiremediğini düşünüyorum. Çok akıcı bir film olmaması sebebiyle de insanlar çabuk sıkılıp, filmden kopabiliyorlar. Oyunculuklar vasatın biraz üstünde, filmi idare edecek kadar. Bazılarıysa gerçekten kötü olmuş, özellikle Helen McCrory'nin (Gabriel Méliés'in karısı) oyunculuğunu çok başarısız ve itici buldum. Gabriel Méliés'i canlandıran Ben Kingsley ise yaşadığı hissiyatı tam verememiş. Onu, hikayesini anlatırken devreye giren görüntüler kurtarmış.

Bir kaç söz de Hugo Cabret rolünü canlandıran Asa Butterfield'a söylemek gerekirse, rolünün altından başarıyla kalkmış görünüyor. Ancak etkileyicilik anlamında bana göre o da vasatın biraz üzerinde, yaşadığı maceranın içine bizi tam anlamıyla sokarak, iz bırakacak bir performans gösteremiyor. Ama bu çocuğu ilerde daha da çok filmde göreceğimizi düşünüyorum.

Sinemanın babası olarak nitelenen ve bugün bile geliştirilip kullanılan birçok tekniği yaratan George Méliés'in hikayesi, sinema tarihine ait bilgiler ve sinemayı anlatmak için kurulan o güzel cümleler gerçekten etkileyici. O bölümlerde koltuğuma gömüldüm ve sadece filme odaklandım zaten bu kısmı da benim filmi beğenmeme yetti. Rüya sahnesinin yeri ise ayrı, muhteşemdi. Gidilip izlenmeye değer ancak ödül alabilecek bir film olduğunu düşünmüyorum ama tabi ödül veren jüriler benim gibi basit şeyleri inceleyip buna karar vermiyor, bunu ilerleyen günlerde bekleyip göreceğiz.

Unutmayın
Sinema gündüz görülen bir rüyadır..

Not: İsteyenler için filmde de gösterilen George Méliés'e ait, 1902 yapımı Trip To The Moon filminin linkini de buldum.

http://www.youtube.com/watch?v=oYRemE9Oeso&feature=fvst

Herkese iyi seyirler..

Sherlock Holmes a Game of Shadows


Yönetmen: Guy Ritchie
Yazanlar: Kieran Mulroney, Michele Mulroney
Oyuncular: Robert Dawney Jr., Jude Law

Bu aralar sinemadan çıkmıyorum, geçtiğimiz hafta 3 filme giderek uzun zamandan sonra sinema özlemimi biraz da olsa dindirmiş oldum. Bisikletli Çocuk filmini geç de olsa izledikten sonra yakın zamanda gösterime girmiş bir serinin yeni filmi olan Sherlock Holmes Gölge Oyunları filmine gittim. İlk filmi izleyememiş biri olarak film bana ilk filmi de izleme ihtiyacı hissettirdi, en azından karşılaştırma yapabilme açısından.

Aksiyon dolu, bazı yerlerde Jackie Chan filmlerini aratmayan yakın dövüş sahneleriyle ve Guy Ritchie'ye has görsellikle donanmış bir film olmuş. Genel olarak yine klasik bir aksiyon filmi gibi görünse de, eğlenceli ve izlenebilir bir film. Sherlock Holmes'u canlandıran Robert Downey Jr. mimikleri, hareketleri ile eğlencenizi biraz daha katlıyor, rolüne artık ikinci film olmasının da etkisiyle alışmış ve fazla zorlanmadan bu rolü halletmiş görünüyor. Jude Law için söylenecek çok söz yok, aslında üst düzey bir oyunculuğa ihtiyacı olmayan bir filmde, bana göre işini son derece iyi yapmış. 

Bu filmde dedektifin maceraları Fransa, Almanya ve İsviçre'de geçiyor. Kötü ve deha profesörün planlarını alt etme mücadelesini konu alıyor. Konu olarak bildiğimiz aksiyon filmi, değişik hiçbir şey yok ancak görsellik anlamında gerçekten başarılı bir film olmuş bu da Guy Ritchie sayesinde oluyor. Normalde de tarzını ve filmlerini çok sevdiğim bir yönetmen olan Guy Ritchie o kendine has seri ve donuk görüntü tekniğini(bilenler ne demek istediğimi anlayacaktır, olaylar fotoğraf karesi gibi seri bir biçimde gösteriliyor) yine kullanmış ve çok güzel olmuş. Bunun benzerlerini Snatch filminde de görmüştük.

Aksiyon filmi sevenlerin mutlaka izlemesi gerek, eğlenceli ve güzel bir film sizleri bekliyor.

21 Aralık 2011 Çarşamba

Le gamin au vélo (Bisikletli Çocuk)


Yönetmenler: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne
Yazanlar: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne
Oyuncular:  Thomas Doret, Cécile Dee France ve Jérémie Renier


Babalarımız, hepimizin hayatının ayrı bir yerinde, görünürde fazla önemsenmeden ama içerde en çok önemsenen kişi olarak durur. Bir çocuk için babanın yeri daha da ayrıdır, bisikletli çocuk için de öyleydi.

Bir film düşünün, bir çocuğun babasına olan gereksinimini, hayatında olmamasının getirdiklerini, götürdüklerini mükemmel bir sadelikle anlatsın. Bisikletli Çocuk, tam da böyle yormadan, zorlama sahnelere ihtiyaç duymadan, rahat rahat kendi düşündüğünü size yansıtan bir film.

Babası tarafından maddi yetersizlik bahanesiyle kimsesizler yurduna bırakılmış bir çocuğun hikayesini anlatıyor film. Onu alacağına söz veren ve sonuna dek güvendiği, karşılık beklemeden sevdiği babasını arayışını, onunla ilgili hayal kırıklıklarını çocuğun gözünden anlatıyor. Aynı zamanda bir babanın çocuğuna ne katacağı ya da onu nasıl yönlendireceğine de değiniyor film. Yapılan hatalardan duyulan pişmanlıkları ne derece görmezden gelebildiğimiz, özür dilemeye dahi inanmadığımız ve inandırmadığımız gibi bir çok temel sorun üzerinde duruyor, fazla üstüne basmadan, anlayabileceğimiz derecede.

Filmimizin kahramanı adı üzerinde bir çocuk.Filmde adı Cyril (Siril), asıl adı da Thomas Doret. Tek kelimeyle döktürüyor film boyunca. Bir çocuğun verebileceği tepkileri veriyor, onun tavırlarını gösteriyor, bizim yerli dizi ya da filmlerimizde olduğu gibi büyümüş de küçülmüş bir çocuk havasına girmiyor. Çocuk rolünü, çocuk gibi oynuyor, gerçekliğine inandırıyor böylece. Bir de Samantha var, Cyril'in danışmanından kaçarken ona sarılmasıyla başlıyor ilişkileri, bisikletini geri getiren, onu koruyan, babasını bulan kadın Samantha, ama bütün bunları neden yaptığını söylemiyor Cyril'e, sadece yapıyor ve karşılığında beklediği şey, Cyril'in hata yapmadan, sevgi besleyerek büyümesini sağlamak.Bu da birini topluma kazandırmanın ne denli zor olduğunu gösteriyor. Samantha'nın da fazla aksiyona girmeden gösterdiği etkileyici rol de yabana atılmaması gereken bir başka ayrıntı. Filmin son sahnesi için apayrı bir paragraf yazmak isterdim ancak yazarak o etkileyiciliğini en azından kendim için kaybettirmek istemiyorum.

Cannes'da Grand Prix ödülünü Bir Zamanlar Anadolu'da ile paylaşan film, festivalde kaçıranlar, izlemek isteyenler için güzel bir fırsat niteliğinde belli cinebonuslarda gösterimde. Fazla ilgi görmese de, aksiyon delisi bir insan değilseniz kesinlikle izlemelisiniz.

18 Aralık 2011 Pazar

Moneyball


Hayatta her şey kazanmak üzerine kurulu, sonuç odaklı yaşıyoruz. Hırs da önüne geçemediğimiz ender duygulardan biri. Kaybettiğimiz her şey için hesap sormak, hesap vermek, suçlamak ya da suçlanmak zorundayız. Ne kadar iyi olmaya gayret ederseniz edin, başarılı olmak için ne kadar yol katederseniz edin sonunda bir kere kaybettiyseniz, kaybetmiş oluyorsunuz. İşte hırs da burada başlıyor sizi sürüklemeye neden kaybettim, kazanmalıyım! Moneyball (Kazanma Sanatı) tam da bu duygularınıza vurgu yapıyor.

Moneyball, gerçek bir hikayeden alınarak senaryolaştırılmış bir film. Başrolde Brad Pitt oynuyor. Bence filmin hem avantajı hem de dezavantajı bu. Çünkü bazı bölümlerde film Brad Pitt'in oyunculuğunu gösterişli kılabilmek için hikayeden kopuyor, e haliyle bu da seyirciyi olumsuz etkiliyor. Film maddi yetersizliklerle savaşan bir beysbol takımının nasıl var oluş savaşı verdiğini, mücadele, takım olmak gibi özelliklerle de başarının kazanılabileceğini ve bütün bunların ne derece risk taşıdığını, bir zihniyeti, alışkanlığı, bilinirliği herkesçe kabul görmüş şeyleri değiştirmenin ne denli zor olduğunu anlatıyor. Bunu bir genel müdür profili üzerinden genel olgu olarak işliyor. Film genel olarak iyi bir gişe filmi, oscar için güçlü bir aday yorumları yapılıyor ama ben oscarlık bir film olduğunu düşünmüyorum.Vakit geçirmek için, klişe bir gaz filmi izlemek için izlenebilir bir de Brad Pitt için izlemek isteyenler olabilir onları da unutmayalım.

Hikaye itibariyle insanları gaza getirecek bir film olabilecekken kurgulanışta yapılan yukarda bahsettiğim Brad Pitt hataları yüzünden insanlar gaza da gelemiyor. Filmi kötülemiyorum ancak beklentinizi karşılayacağını da söyleyemem ama izlenebilir bir film, vaktiniz varsa gidilebilir.

NOT: Lütfen sinemada film izlerken evinizde izliyor gibi colayı höpürdeterek, yediklerinizi yan salonlardan duyulacak kadar sesli yiyerek izlemeyin. Bunları evinizde de yapmayın zaten hoş şeyler değil.