14 Aralık 2010 Salı

2011 Altın Küre Adayları



16 Ocak 2011'de 68.'si gerçekleştirilecek olan Altın Küre Ödülleri'nin adayları açıklandı. Adaylar şöyle;

EN İYİ FİLM
Black Swan
The Fighter
Inception
The King's Speech
The Social Network

EN İYİ FİLM (KOMEDİ)
Alice in Wonderland
Burlesque
The Kids Are All Right
Red
The Tourist

EN İYİ YÖNETMEN
Darren Aronofsky, Black Swan
David Fincher, The Social Network
Tom Hooper, The King's Speech
Christopher Nolan, Inception
David O. Russell, The Fighter

EN İYİ KADIN OYUNCU (DRAMA)
Halle Berry, Frankie and Alice
Nicole Kidman, Rabbit Hole
Jennifer Lawrence, Winter's Bone
Michelle Williams, Blue Valentine
Natalie Portman, Black Swan


EN İYİ ERKEK OYUNCU (DRAMA)
Jesse Eisenberg, The Social Network
Colin Firth, The King's Speech
James Franco, 127 Hours
Ryan Gosling, Blue Valentine
Mark Wahlberg, The Fighter

EN İYİ KADIN OYUNCU (KOMEDİ)
Annete Bening, The Kids Are All Right
Anne Hathaway, Love and Other Drugs
Angelina Jolie, The Tourist
Julianne Moore, The Kids Are All Right
Emma Stone, Easy A

EN İYİ ERKEK OYUNCU (KOMEDİ)
Johnny Depp, Alice in Wonderland
Johnny Depp, The Tourist
Paul Giamatti, Barney's Version
Jake Gyllenhaal, Love and Other Drugs
Kevin Spacey, Casino Jack

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU (DRAMA)
Amy Adams, The Fighter
Helena Bonham Carter, The King's Speech
Mila Kunis, Black Swan
Melissa Leo, The Fighter
Jackie Weaver, Animal Kingdom

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU (DRAMA)
Christian Bale, The Fighter
Michael Douglas, Wall Street 2
Andrew Garfield, The Social Network
Jeremy Renner, The Town
Geoffrey Rush, The King's Speech

EN İYİ ŞARKI
'Bound to You' Burlesque
'Coming Home' Country Strong
'I See the Light' Tangled
'There's a Place for Us' Chronicles of Narnia: Dawn Treader
'You Haven't Seen the Last of Me' Burlesque

EN İYİ ORİJİNAL MÜZİK
The King's Speech
Alice in Wonderland
127 Hours
The Social Network
Inception

EN İYİ SENARYO
127 Hours
The Kids Are All Right
Inception
The King's Speech
The Social Network

EN İYİ YABANCI FİLM
Biutiful
The Concert
The Edge
I Am Love
In a Better World

EN İYİ ANİMASYON
Despicable Me
How to Train Your Dragon
The Illusionist
Tangled
Toy Story 3

EN İYİ TELEVİZYON DİZİSİ (DRAMA)
Boardwalk Empire (HBO)
Dexter (Showtime)
The Good Wife (CBS)
Mad Men (AMC)
The Walking Dead (AMC)

EN İYİ KADIN DİZİ OYUNCUSU (DRAMA)
Julianna Margulies, The Good Wife
Elisabeth Moss, Mad Men
Piper Perabo, Covert Affairs
Katey Segal, Sons of Anarchy
Kyra Sedwick, The Closer

EN İYİ ERKEK DİZİ OYUNCUSU (DRAMA)

Steve Buscemi, Boardwalk Empire
Bryan Cranston, Breaking Bad
Michael C. Hall, Dexter
Jon Hamm, Mad Men
Hugh Laurie, House

EN İYİ TELEVİZYON DİZİSİ (KOMEDİ-MÜZİKAL)
30 Rock (NBC)
The Big Bang Theory (CBS)
The Big C (Showtime)
Glee (FOX)
Modern Familty (ABC)
Nurse Jackie (Showtime)


EN İYİ KADIN DİZİ OYUNCUSU (KOMEDİ-MÜZİKAL)
Toni Collette, United States of Tara
Edie Falco, Nurse Jackie
Tina Fey, 30 Rock
Laura Linney, The Big C
Lea Michele, Glee


EN İYİ ERKEK DİZİ OYUNCUSU (KOMEDİ-MÜZİKAL)
Alec Baldwin, 30 Rock
Steve Carell, The Office
Thomas Jane, Hung
Matthew Morrison, Glee
Jim Parsons, The Big Bang Theory

20 Kasım 2010 Cumartesi

The Diving Bell and The Butterfly



Yönetmen

Julian Schnabel

Yazanlar:

Ronald Harwood, Jean-Dominique Bauby (book)

Oyuncular:

Mathieu Amalric, Emmanuelle Seigner, Marie-Josee Croze

Gözünüzü açıyorsunuz, tanımadığınız kimseler karşınızda, ne olduğunu anlamaya çalışıyorsunuz, kimsiniz, nesiniz, neden ordasınız ve neredesiniz, cevapsız sorular zihninizde ve konuşmalar, anlam veremediğiniz cinsten. Böyle bir başlangıç ve sizi alıp götüren gelişmeler, işte böyle bir film Dalgıç ve Kelebek. Bir sanat eseri, etkileyici,sarsıcı bir dram.

Elle dergisinin editörüyken beyin kanaması sonucu felç geçiren bir erkeği anlatıyor, onun korkusunu, korkusuzluğunu, umudunu, umutsuzluğunu, hayata tutunmaya çalışmasını, pişmanlıklarını anlatıyor. Yaşatıyor anlatırken, ağlatıyor. Gerçek bir hikaye filmde anlatılan.

Çekimler kahramanın gözünden yapılmış, onun gözünden izliyorsunuz filmi, ilerleyişi biraz ağır, sindire sindire konuyu sağlam bir şekilde işliyor, konudan uzaklaştırmadan, çok sıkmadan ama yavaş. Görüntüler tam da kahramanımızın gözünden gözükecek şekilde, hafif karanlık, onun psikolojisini yansıtan cinsten. Senaryo desen ayrı, yönetmen desen ayrı, konu desen ayrı, herşey ayrı güzel filmde.

Oyunculuklar için mükemmel denilemez ancak iyi diye nitelendirebiliriz, zaten mükemmel oyunculuk ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum, ana karakterin rolünü iyi yapması filmi mükemmel yapmaya yetmiş. 4 dalda oscar adayı olmuş, çeşitli festivallerde sağlam ödüller almış bir film.

Şu sıralarda d&r mağazalarında dvdleri çok düşük fiyatlarla satılmakta, alınıp izlenmesi şiddetle tavsite edilir.

15 Kasım 2010 Pazartesi

New York'ta Beş Minare


Yönetmen: Mahsun Kırmızıgül
Yazan: Mahsun Kırmızıgül
Oyuncular: Mahsun Kırmızıgül, Haluk Bilginer, Mustafa Sandal

İnsanın ne iş yapacağını seçmesi çok önemli. Bence Mahsun Kırmızıgül de kötünün iyisi bir tercih yaparak sinemaya yöneldi. Çektiği filmlerde acitasyonu ön planda tuttuğunu düşünsem de, genelde başarılı yapımlarla geldi karşımıza.

Son olarak, fragmanı neredeyse 1 yıl önceden yayınlanan " New York'ta Beş Minare" isimli filmi gösterime girdi. Açık söylemek gerekirse fragmanını seyrettiğimde belki de gelmiş geçmiş en başarılı türk yapımlarından birinin geleceğini beklemiştim ama beklentilerimin yanından bile geçemedi.

Film cemaatler, dini terör örgütleri ve ABD toplumunun müslümanlara bakış açıları üzerine kurulu, az biraz doğu bölgelerimize ait kan davası vs gibi intikam duygusunu canlı tutan ögelerden içine serpiştirilmiş bir yapım olmuş. Ne kadar yazmasam da veya nasıl yazıldığıyla ilgili çok bilgim olmasa da senaryo yazarken çok dağılırsanız konular arasında, filmi çekerken de o kadar dağınık oluyorsunuz. Filmin içinde geçişler çok ani ve hızlı, konudan konuya atlanıyormuş hissi veriyor. Gereksiz sahne çok fazla, ben Ali Sürmeli'nin canlandırdığı karakterin, ülkücülerin film içinde neden gösterildiğini anlayamadım, bir yere bağlamamış havada bırakmışlar.

Genel olarak film her şeye rağmen Türk sineması için ümit verici zira Amerika'nın göbeğinde bir Türk yapımının çekilmesi ve bu filmde yakından tanıdığımız bazı yabancı oyuncuların oynuyor olması insana güzel geliyor.

Söylenmeden geçilmeyecek bazı şeyler var film için, öncelikle oyunculuklardan bahsedersek, Haluk Bilginer sen insan değilsin diyorum. Muhteşemdi, yine şovunu yapmış kendisi. İkincisi ve bana göre filmin en büyük eksisi, yabancı oyunculara dublaj yapılması. Filme olan tüm adaptasyonumu aldı götürdü, herkes Türkçe konuşuyor ve en ciddi diyaloğun bile komik durmasına sebep oluyor. Özellikle Haluk Bilginer Bitlis şivesiyle zenci gardiyana kendisini neden hapse attıklarını sorduğunda kendimi zor tuttum. Son olarak Mustafa Sandal, kendisi de meslek tercihini yanlış yapanlardan, sinema sana göre değil kardeşim, memlekette bu işin okulunu okuyan, yıllarca emek harcayan insan varken sen git eski albümlerinde olduğu gibi güzel şarkılar söyle, dinleyelim. Berbat bir performanstı Mustafa Sandal'ın performansı.

Özet olarak, Mahsun kendine göre iyi bir iş çıkarsa da, beklentileri yükselten ama ciddi bir hayal kırıklığına sebep olan Türk filmidir.

12 Kasım 2010 Cuma

Historias Minimas(Arjantin Hikayeleri)



Yönetmen: Carlos Sorin
Yazan: Pablo Solarz
Oyuncular:Javier Lombardo, Antonio Benedicti, Javiera Bravo

Hayat neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar verilen bir süreç aslında, ancak biz bunu insanlara ait bir süreç olarak görüyoruz, peki ya hayvanlar? Onlar da bu sürecin içinde neyin doğru neyin yanlış olduğunu süzebiliyor mu?

Bu sorunun ve sürecin cevabı hayvanlar için evet. İnsanlar için ise bu süreç artık tersine dönmüş bir trajedi haline geldi. İnsanlar kötüye iyilik, iyiye kötülükle karşılık vermeye başladığından beri doğru ve yanlışı seçemez hale geldik.

İşte tam da bu noktada Arjantin Hikayeleri filmi devreye giriyor. İzleyenler ne alakası var diyebilirler ama inanın var. İnsanların sahip olma isteklerini, kötülüklere karşı aldığımız ya da aldığımıza inandığımız cezaları anlatıyor Arjantin Hikayeleri. O kısa filmin içinde yaşlı adamın aldığına inandığı cezayı, bu cezayı bir hayvanın verip veremeyeceğini kendi sorgularken iç dünyamızda bize de sorgulatıyor.

İhtiyar bir adamın etrafında dönüyor hikayemiz, kısa ama öz bir anlatımı var. Kimilerine büyük çıkarımlarda bulundurtacağı gibi, kimilerine hiçbir şey hissettirmeyecek bir film.

Oyunculuk adına söylenecek çok bir şey yok zira öyle muhteşem bir performans gösterilmesi gereken bir film değil ancak ana karakterimizin yaşına rağmen performansı takdire değer. Bu tarz filmlerde (genellikle gişe endişesi olmayan sadece sanat için yapılmış filmlerde) genellikle görüntü yönetmenine, müziklere ve hikayenin gidişatını ayarlayan ve kurgulayan yönetmene çok iş düşer. Bu filmde görüntülerin ve ilerleyişin muhteşem olduğunu söyleyemem, biraz kopuk kopuk gitmiş gibi geldi bana. Görüntülerin sadeliği güzeldi. Ancak değinmeden ve övmeden geçemeyeceğim bir şey var ki o da müzikler, özellikle filmin başında çalan müzik enfes. Filmi izlemek için sebep. Sayesinde anladım ki müzik filmin gıdasıymış.

Festival tarzı, gişe beklentisinden uzak filmler izlemeyi sevenler için güzel bir film olduğunu söyleyebilirim ancak çok güzel diyemem.

5 Eylül 2010 Pazar

Eyyvah Eyvah


Yönetmen: Hakan ALGÜL
Oyuncular: Ata Demirer, Demet Akbağ, Salih Kalyon
Senaryo: Ata Demirer

Keyiflenmek için birebir..

Uzun zaman boyunca izlemek istememe rağmen, gösterimde olduğu dönemde gidemediğim bir Türk filmini izledim bugün. Ata Demirer'in senaryosunu yazdığı, Hakan Algül'ün yönetmenliğini yaptığı Eyyvah Eyvah müthiş bir komedi olmuş. Süresi, espriler, oyunculuklar, trakyalı şivesiyle konuşmalar, Ata Demirer'in mimikleri, her şey izleyiciyi güldürmek için ideal hatta fazlalıkları var.

Filmin öyle çok yorumlanacak bir kurgusu, teknik altyapısı, senaryosu yok, basit bir film. Basit olduğu için çoğunluğu mutlu etmeye yetiyor. Beni de mutlu etmeye fazlasıyla yetti, uzun zamandır bir filme karnım ağrıyıncaya kadar güldüm.

Filmin genelinde çalan müziklerin klarnet ağırlıklı olması beni müthiş derecede cezbetti, Serkan Çağrı gibi düzgün bir müzik adamının parmağı var film müziklerinde, üstelik bir film için müzik son derece önemli, bu özelliği filme büyük bir artı kazandırıyor bana göre. Demet Akbağ için ise söylenecek çok söz yok, müthiş oynamış, Ata Demirer ve Demet Akbağ gibi komedi oyunlarının iki süper oyuncusunun buluşmuş olması zaten muhteşem, onlar da sağolsunlar oyunculuklarını konuşturmuşlar.

Uzun zaman sonra dvdsi geçtiğimiz hafta satışa çıktı, sinemada izlemediyseniz kesinlikle izlemelisiniz. Sıkıntılı bir gün geçiriyorsanız, neşeliyseniz daha da fazla neşelenmek istiyorsanız veya güzel bir film izlemek istiyorsanız vakit kaybetmeden izleyin derim, Ata Demirer'in "napan be ya" demesi için bile izlenebilir.

Son olarak, 2. filmi Ocak ayında gösterime girecekmiş. Ben güzel olup tutan filmlerin 2.lerinin çekilmesine karşıyım, o nedenle tadının damağımızda kalmış olmasını tercih ederdim, keşke bu kadar ticari kaygı taşımasalardı. Umarım ticari kaygıdan değil de gerçekten daha da güzelini yapabilecekleri için çekmişlerdir 2. filmi.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

La Zona


Yönetmen: Rodrigo Pla
Yazan: Rodrigo Pla
Laura Santullo
Oyuncular: Daniel Gimenez Cacho
Maribel Verdu
Alan Chavez




Para Konuşur..

Gündelik hayatlarımızı yaşarken bir çok insanla aramızda büyük duvarlar var, göremediğimiz, onların kendilerini içine hapsettikleri dev duvarlar, duvarların arkasında onlara ait yaşam alanları. İçine giren herkesin hırsız, cani ya da kötü damgası yediği bir yaşam alanı. La Zona tam da bu yaşam alanını sınırları ve duvarları göstererek anlatıyor.

2007 yapımı bir film olması sebebiyle biraz geç kalmış bir seyir oldu benim için. Film, zenginlerin kendilerine inşa ettikleri dev duvarların arkasına kurdukları sitede yaşadıkları hayatı ve sahip oldukları paranın kendilerine ne tür güçler getirdiğini anlatıyor.

İzlerken size yumruğunuzu sıktıran, dişlerinizi kilitleten bir film. Duygusal travmalar yaşamanıza sebep oluyor, bu kadar mı diye soruyorsunuz kendinize, insanlığımızı nerede kaybettiğimizi, hayatlarımızın veya parası olmayan insanların hayatlarının ne kadar para ettiğini sorduruyor. Para konuşuyor, oyuncuların bir kısmı para taklidi yaparken bir kısmı da paranın canlarını satın aldığı kesimi canlandırıyor.

Oyunculuklara söylenebilecek hiç bir şey yok, hepsi harikaydı, filmi yaşamamızı sağladı, ışıl ışıl bir görüntü yerine daha karanlık bir ortamda çekilmiş olması, izleyiciyi filmin içine daha rahat çekiyor. Bağımsız bir film ve kült bir kara film olma özelliklerine de çok yakın olduğunu düşünüyorum. Yönetmen Rodrigo Pla her türlü övgüyü hak ediyor.

Bütün bunların yanında La Zona oldukça bol ödüllü bir film, If İstanbul 2008'de gösterilmiş en iyi filmlerin de başında geliyor. Çeşitli festivallerde tam 16 ödülü ve 7 adaylığı var. Gözümüzden kaşan, gişe filmi olmayan ve kişisel bağımsızlığımızın ne denli önemli olduğunu yüzümüze çarpan muhteşem bir film.

İzlenmesi şiddetle tavsiye olunur!

25 Temmuz 2010 Pazar

Into the Wild

Yönetmen: Sean Penn
Oyuncular: Emile Hirsch, Marcia Gay Harden, William Hurt, Jena Malone
Senaryo: Sean Penn, Jon Krakauer

Yolda olmanın dayanılmaz hafifliği..

İzlemekte çok geç kaldığımı düşündüğüm bir film "Into the wild" bu nedenle hem biraz pişman olarak, hem de çok büyük keyif alarak izlediğim bir film oldu.

Benim ve benim yaş grubumda olan bir çok insanın içinde bulunduğu, kariyer, üniversite, para, hırs vb. girdapların arasından sıyrılma hikayesi "into the wild", tam da bizim yaşlarımızda bir gencin hikayesi. Kimselere haber vermeden çekip gitmenin verdiği hafifliği anlatıyor, doğanın ne kadar gerçek bizlerin ne kadar sahte yaşadığını gösteriyor. Herkesin istediği ama kimsenin gerçekleştiremediği ve belki de gerçekleştiremeyeceği bir ütopyadan bahsediyor, hiç bir şeyin olmadan gitmeyi anlatıyor.

Film gerçek bir hikayeden yola çıkıyor, 1996 yılında Jon Karakeuer'in aynı adlı kitabının senaryolaştırılmasıyla çekiliyor. Sean Penn'in iyi bir karakter oyuncusu ama tecrübesiz bir yönetmen olduğunu hatırlatıyor bize.

Ana karakterimiz gerçek bir kahraman gerçek adı Christopher Mccandless yollarda kullandığı adı ise "Alex". Alex üniversite mezuniyetinden sonra, yaşadığı bütün o sıkıntıları unutmak istercesine ailesine haber vermeden, yanına fazladan para almadan çekip gidiyor yaşadığı yerden. Hedefi Alaska'ya gitmek, doğayla savaşarak, kendini anlayarak, para, güç gibi mücadele gerektiren kavramlardan kaçarak.

Görüntüler harika, manzaralar vs ancak bunları her hangi bir yönetmen de çekse yine harika gelecekti, yapılmış ekstra bir iş görebildiğimi söyleyemem. Alex'in çekip gitme sebebini geçmişine ve ailesinin sıkıntılarına bağlamaya çalışmaları biraz fazla göze batıyor. Bunun yanında Jack Kerouac'ın Yolda adlı kitabını okuyanlar için bir çok flashback durumu söz konusu olabilir, zira benzer yanı çok fazla.

Filmi izlerken içinizde hep duran o çekip gitme isteği, dışarı çıkmak, kendini bırakmak istiyor ama malum, herkes için geçerli olan o korkular tekrar ortaya çıkıyor. 2.5 saatliğine bırakın kendinizi, hayal kurun, Alex'le siz de gezin yollarda ve sonunda hedefe giden yolun ne kadar sıkıntılı olduğunu yaşayın.

7 Haziran 2010 Pazartesi

A Tribute to Tim Burton..



Rüyaların Yönetmeni..

Genellikle izlediğim filmleri yazıyorum ama yazmadan edemeyeceğim, haftasonu bir Tim Burton gecesi ve hatta sabahı yaptık. Neredeyse bütün Tim Burton filmleri elimizdeydi ancak hepsini bir çırpıda izlemek çok da mümkün olmuyormuş.

Eski ve efsane filmle başladık; "Beter Böcek", yine aynı tadı aldık desem yalan olmaz. Zamanın teknolojisine ve film endüstrisine göre oldukça üst düzey bir yaratıclık var, zaten herkes biliyor Tim Burton rüya aleminin ne tür bir alem olduğunu.

Ardından son film Alice Harikalar Diyarında geldi, çok da harika olmayan bir diyarda Alice'in yaşadıklarını gördük ki, sinemada gitmediğim için pişmanlık duydum. Ne olursa olsun bir Tim Burton filmini daha kaçırmam sinemada, buna karar verdim. Ardından araya korku filmi sıkıştıralım çabasına girince Tim Burton bi süre yalan oluverdi. Hatamızı sabah kalktığımızda anlayınca hemen geçtik bilgisayar başına, film ise ; Big Fish (en sevdiğim filmlerdendir), bittiği anda yine pişman olduğumuzu unutup korku filmi dedik, sırada Shutter filmi vardı.

Shutter her yönüyle klişe bir korku-gerilim filmi, yine uzak doğu insanının sahip olduğu korku ögeleri vardı, karanlık, ruhlar vs, bir de bunları hollywoodla birleştirince tam anlamıyla bir klasik korku filmi olmuş. (klasik dediysem unutlmaz anlamında değil).

Ve ardından Charlie'nin çikolata fabrikasındaydık, (çikolatayı sevmeyenler olsa da :) ). Sinemada izlediğim de hayran olduğum filmi izlerken yine yeniden hayran oldum ve aynı keyfi aldım diyebilirim.

Son olarak Tim Burton'ın oyuncularına karşı saplantılı biri olduğunu düşünmeye başladım, her filmde en az iki oyuncu daha önceki filmlerinde oynamış oluyor. Biraz değişiklik ya da ne bileyim farklı yüzler iyi gelecektir. (Tim Burton'a tavsiye de verdim ya artık gözüm açık gitmez, oku bunları Tim :) ).

Tim Burton gecesi öyle sanıyorum ki kalan filmleriyle devam edecek.

28 Mayıs 2010 Cuma

Prince Of Persia: The Sands of Time



Yönetmen: Mike Newell
Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Gemma Arterton
Yazan: Boaz Yakin, Doug Miro, Carlo Bernard, Jordan Mechner



Oyundan film olmuyor..

Yıllardır Mummy, Scorpion King vs gibi aksiyon dolu mistik hikayelerle avutulmuş bir nesil olarak bıktığımız türden bir filmdi. Kahramanımız her türlü zorluğu yenen, kumların içinde sürüklenen, cesur, yürekli olma özellikleriyle diğer klişe aksiyon filmlerinin kahramanlarından farksız. Yine başlangıçta baş belası olan daha sonra hayat kurtaran bir kadın kahramanımız var. Neredeyse bütün klişeler mevcut.

Film hepimizin hayatında bir şekilde yer etmiş bir oyunun sinema çevrimi olmasıyla merak uyandırıyor. Normalde bu filme büyük bir beklenti içinde giden var mıdır bilmiyorum.

Pers krallığının güçlü olduğu dönemlerde kral sokakta cesaretine tanıklık ettiği bir çocuğu evlat edinir ve hikaye başlar. Bu durum ilahi bir güç tarafından gerçekleştirilmiştir. Yıllar geçer ve macera başlar. Çok fazla spoiler vermiyorum belki merak eder izlersiniz.

Üzerinde çok yorum yapılacak bir film değil, oyunculuklar, senaryo, filmin gelişimi gibi özellikleri açısından vasatın üzerine çıktığını söyleyemem. Her şey standart, hatta ana kahraman çok daha iyi oynayabilirdi, içindeki hırsı, cesareti çok daha iyi yansıtabilirdi.

Benim tavsiyem; çok boş vaktiniz varsa ve yapacak hiç bir şeyiniz yoksa gidin izleyin, şartlarım her ne kadar böyle olmasa da gittim izledim ama pişmanım.

Çocukluğumuzun oyununu oynamak çok daha zevkliydi, oyunlardan film olmuyor.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Enter The Void



Yönetmen: Gaspar Noe
Oyuncular: Nathaniel Brown, Paz de la Huerta, Cyril Roy
Yazan: Gaspar Noe

Boşluğun korkutan yüzü..

Uzun zamandır yazmak istediğim ama sürekli ertelediğim bir filmi yazıyorum. Filmi geçtim, yazısını yazmak bile heyecanlandırıyor.

Sıradışı yönetmen Gaspar Noe'nin son filmi olan "Enter The Void" kimilerine göre bir başyapıt, kimilerine göre ise tam bir facia.
Filmin en önemli özelliği; kameranın görüşü kahramanımızın gözünden, bu nedenle izlerken zorlanıyorsunuz, gece yarısı dev bir perdede half life oynadığınızı ve kafanızın dumanlı olduğunu düşünün, öyle izliyorsunuz filmi.

Film uyuşturucu, alkol, seks ve paranın getirdiği güç, götürdüğü güç ve bunun sonucu olan yıkımları anlatıyor, çok çarpıcı ve etkileyici bir dille. Hong Kong sokaklarının ışıldayan, rahatsız eden görüntüsü, kalabalıklar, yüksek ses gibi bir çok rahatsız edici ancak gündelik hayatta etkisini hissetmeyeceğimiz rahatsız edici gerçeklerle dolu. İnsanların güç uğruna ne hale geldiğini her fırsatta görüyorsunuz film içinde.

Bunun yanında film içinde aslında bastırılmış, ensest diye nitelendiremeyeceğimiz ancak pek de normal olmayan bir aşkı da içeriyor aslında, kahramanımızın kız kardeşine olan ve kız kardeşinin ona olan bağının bazı sahnelerde aşkı barındırdığını görmedim dersem yalan olur.

Bahsetmezsem ayıp olacak bir diğer sahne ise kaza sahnesi,filmin içinde bir kaza sahnesi var ki, akıllara zarar denecek cinste, gecenin bir yarısı, izlemekte zaten zorlanıyorsunuz ve yaklaşık 5 kez hiç beklemediğiniz anlarda bu sahne oynuyor.
O gece adrenalin hormonunun vücudumda salgılandığını hissettim, etkileri hala sürmüyor dersem yalan söylemiş olurum. Festival kapsamında tam bir başyapıt izledim diyebilirim, Gaspar Noe ile tanışıp, ondan imza almak ise işin kaymağı oldu diyebilirim.

Sinemalarda gösterime girer mi bilmiyorum ama izleme fırsatınız olursa kesinlikle kaçırmayın.

13 Nisan 2010 Salı

A Single Man


Yönetmen: Tom FORD
Oyuncular: Colin FIRTH, Julianne MOORE
Yazan: Tom FORD, Christopher ISHERWOOD, David SCEARCE

Ölüme Dayanmak Çok Zormuş..
29. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilmiş, yoğun ilgi sebebiyle ek seanslar koyulmuş bir film olması ile ön plana çıktı. Film gay bir çiftin arasında yaşanmış, belki birçok kadın erkek ilişkisinde görülmeyecek büyüklükte bir aşk hikayesi.

Sevdiklerini kaybetmenin acısı hepimiz için, bütün insanlar için aynı aslında ama aşk başka bir şey. Günümüz dünyasında artan, normalden farklı olarak hemcinslere karşı duyulan ilgi ve cinsel yönelimlerin bir gerçek olduğu aşikar. Hikayede burdan yola çıkıyor, Christopher ISHERWOOD'un aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmış.

16 yıl süren müthiş bir birliktelik yaşayan George ve Jim'i, bir trafik kazası sonucu ölüm ayırmıştır. Hep söylenir ya kalan nasıl sabredecek ölümün acısına diye, işte bunun cevabını buluyorsunuz filmde, geride kalmak çok kötü bir şey, ölümün yarattığı yıkıma dayanmak gerçekten zor.

Ölümü ardından George yıllar boyunca Jim'i unutamamış ve bunun yarattığı yıkımla yalnız başına mücadele etmiştir. George küçük bir üniversitede büyük işler başarabilecek bir İngilizce profesörüdür, öğrencilerine farklılıkların farkında olmaları gerektiğini sıklıkla hatırlatan bir hoca olması sebebiyle, bazı öğrencilerin dikkatlerini çekmektedir.

George'un anlatılan o tek bir gününde, öğrencilerinden birinin ona olan ilgisi, hayatıyla ilgili gidişatın kısa süreli de olsa değişmesine yol açacaktır.
Hikaye enteresan, anlatım dili çok güzel, gay çift lafı her ne kadar ilgi çekici olmasa da etkileyici bir aşk hikayesi olduğunu söylemeden geçemeyeceğim, keşke hepimizin ilgi duyduğu cinsle yaşayabileceği böyle güzel aşkları olsa demeden edemiyor insan.

A Single Man yarattığı atmosfer, oyunculukların şahaneliği ve filmin genel akışı doğrultusunda çok güzel bir film, yakında Türkiye sinemalarında gösterime gireceğini duydum, festivalde kaçıranların gitmesini şiddetle tavsiye ediyorum.





7 Nisan 2010 Çarşamba

Çocuğunuz için ne kadar fedakarlık edebilirsiniz?



Yönetmen
:
John-ho Bong
Oyuncular: Hye-ja Kim, Bin Won, Ku Jin
Yazanlar: Eun-kyo Park, Joon-ho Bong

29. Uluslararası İstanbul Film Festivali'ni açtığım film olma özelliğini taşıyan Ana, bir annenin, tam olmasa da, zihinsel engelli çocuğu için verdiği mücadelenin ve yaptığı fedakarlıkların anlatıldığı, karakterlerin tipik bir kore yapımında rahatlıkla rastlanabilecek türden olduğu, yer yer tepki bile veremeden izlenen bir film.

Filmde fakir bir anne ve onun zihinsel engelli oğlunun hikayesi anlatılıyor. Karıncayı bile incitemeyeceğini düşündüğü oğlunun cinayetle suçlanması ve bu yüzden hapse girmesi üzerine, türlü sıkıntılar içinde bir annenin oğlu için verdiği mücadeleleri anlatıyor. Filme hakim olan karanlık hava, insanı gerse de, özellikle ilk yarısı sürükleyici olmaktan çok uzak kalsa da film izleyenleri bir şekilde perdeye bağlıyor ve sıkmıyor. Bürokrasinin nasıl laşkalaştığından tutun, para ve onun kölesi olanların insanları satın alışlarına kadar bir çok günümüzün yozlaşmış konularına da dokundurmayı ihmal etmiyor yönetmen.

Diyaloglar, oyuncuların olaylara verdiği tepkiler, hepsi insana garip geliyor ama alışınca, filmin içinde gerçekten de o tepkilerin farklılık yarattığı anlaşılıyor.

Filmden çıktığımızda kendi kendimize, filmde annenin yaptıklarını biz kendi çocuğumuz için yapar mıydık diye sormadan edemedik kendi kendimize. Cevap bulamadık ama onun kadar fedakar olamayabileceğimizi düşündük.

Film -en azından beni- şaşırttı sonuyla. İzleyenlerin şanslı olduklarını düşündüğüm, kaliteli bir film olmuş. Festivale yakışan bir filmdi, gerisi de güzel gider diye umuyorum.