26 Aralık 2012 Çarşamba

Evim Sensin

Yönetmen: Özcan Deniz
Oyuncular: Özcan Deniz, Fahriye Evcen
Senaryo: Özcan Deniz

Geçtiğimiz haftalarda, bir uyarlama filmi olan Evim Sensin filmine gitmek gibi bir hata yaptık. Aslında bu hatayı film esnasında gözümüze sokulan saçmalıklarla bir çeşit eğlenceye çevirdiğimizi söyleyebilirim ama olsun yine de bu bir hataydı.

Filmimiz Güney Kore yapımı, yönetmenliğini John H. Lee'nin yaptığı Nae Meorisokui Jiwoogae (A Moment to Remember) isimli filmden uyarlanmış. Uyarlanmış dediğime bakmayın, diğer filmi izleyenlerin genel görüşü filmin bire bir kopya olduğu yönünde. Uyarlandığı filmi izlemedim ancak yine izleyen bir çok kişinin ortak görüşü nefis bir dram filmi olduğu yönünde. O nedenle bir kıyaslama yapmadan sadece bu filmde gördüklerim hakkında konuşacağım.

Öncelikle arabesk şarkıcılığından yönetmenliğe geçiş evrimini tamamladığını düşünen Özcan Deniz daha kırk bin fırın ekmek yemeli. Mahsun Kırmızıgül kendisine oranla çok daha başarılı diyebilirim.

Film bir aşk hikayesini konu alıyor. Zengin kız-fakir oğlan temelinden çıkarak, sevginin bütün güçleri aşabileceği sosyal mesajı ile devam ediyor. Sonuna dair ipucu vermiyorum sürpriz olsun. (Sakın gitmeyin diye buraya yazıyor olsam da saygısızlık etmek istemiyorum) Konu itibariyle buram buram klişe kokuyor. Film de aynen bu klişelikle ilerliyor. Konu bir türlü düzene oturtulup ilerletilememiş, sahne geçişleri berbat. Kameranın açıları rezalet, filmin ilk yarısında Özcan Deniz'in sadece bel altı gözüküyor, izlerken Özcan Deniz'in otobüs sapıklarından biri olduğu izlenimine kapılabilirsiniz. Mizansen konusunda yerlerde geziyor Özcan Deniz'in yönetmenliği, Tabi onun kadar yanında görüntü yönetmenliği yapan Olcay Oğuz'un da bu konuda aşırı başarısız olduğunu söyleyebiliriz. Işık kullanımı fena olmamakla beraber, görüntünün aşırı dağınık ve puslu olduğunu sinemanın kendi sorunu olarak varsayıyorum. Filmin müzik kullanımı ise tipik bir Türk dram filmi, acıklı türkü anında devreye giriyor.

Filmin oyuncu performanslarına değinecek olursam Fahriye Evcen sinir bozucu bir rol ve berbat bir performansla karşımızda duruyor. Sürekli çocuk taklidi yapan şımarık kız profili yerine, normal konuşan şımarık kız profili tercih edilebilirdi diye düşünüyorum. Kısacası berbat bir oyunculuk vardı filmde. Bir tane bile elle tutulur performans yok.

İşin özeti film çok kötü, sanırım artık gösterimde de değil. İzlemeyenler hiç bir şey kaybetmedi, kazanımları daha fazla. Siz siz olun bir Özcan Deniz filmi için sinemaya gitmeyin.

Herkese, başka filmler için iyi seyirler..

Not: Bir filmin iyi ya da kötü oluşunu ne kadar ağladığıyla ölçen insanlar olduğu sürece bu tarz filmler hep iş yapacaktır.

24 Aralık 2012 Pazartesi

Kibarca Öldürmek (Killing Them Softly)


Yönetmen: Andrew Dominik
   Senaryo: Andrew Dominik, George V. Higgins (Roman)
Oyuncular: Brad Pitt, Ray Liotta, Richard Jenkins

Kış sezonunun açılmasıyla beraber gişe yapma ihtimali yüksek filmler de bir bir gösterime giriyor. Bunlardan biri de uzun zamandır merakla beklediğim Brad Pitt'in başrolünde oynadığı Kibarca Öldürmek filmiydi.

Fragmanını izlediğimde, kullanılan müzikler ve sahneler oldukça ilgi çekici ve merak uyandırıcıydı ancak filmin kendisi bu tarz beklentilere açık bir film değil. Vasat bir film olmama sebebi oyuncu kadrosu diyebiliriz. Güçlü karakter oyuncularını kullanarak ve amerika eleştirisi yaparak filmi izlenebilir kılmışlar. Genel olarak kitap üzerinden sinemaya uyarlanan filmleri çok beğenemiyorum, çünkü çok fazla detay atlanmak zorunda kalıyor. Bu filmde de aynı sıkıntının olduğunu düşünüyorum kitabını okumasam da. Sanki daha uzun bir filmin özetini izlemiş gibi hissettim film sonrasında.

Öncelikle film basit senaryoya sahip bir aksiyon filmi, kumarhane soyan iki amatör gencin yakalanmaları sırasında gelişen olaylar. Yakalayanlarsa polis değil, kumarhanelerin esas sahibi ile iş yapan kiralık katiller. Bu katillerin baş karakteri ise Brad Pitt. 

Filmin akışı ciddi anlamda sıkınıtlı, düzgün bir kurgu söz konusu değil. Konular arası, olaylar arası geçişler çok kopuk, birkaç yavaş çekim sahne ile aksiyon sahnelerini de kurtarmaya çalışmışlar diyebilirim. Brad Pitt bu filmle ödül alabilir diye düşünenler var ancak ben buna katılmıyorum zira oyunculuk anlamında ekstra hiç bir şey yoktu diyebilirim. Filmde güzel olan hiç bir şey yok mu derseniz, tabi ki var.

Öncelikle müzikler şahaneydi, filmlerin benim için en önemli ögelerinden biri müzikleridir, o nedenle filmin müzikleri çok çok hoşuma gitti, filmde geçen diyalogların bazıları oldukça iyiydi, özellikle filmin sonunda geçen diyalog, filmde sürekli ABD başkan adaylarının (Bush'un bıraktığı Obama'nın seçildiği seçim öncesi) televizyonlarda yaptıkları konuşmaların sürekli bir detay olarak gösterilmesi yine filmi izlenebilir kılan nitelikleriydi.

Genel özellikleriyle beklentilerin çok altında kalsa da, Brad Pitt ve diğer oyuncular hatrına izlenebilir ancak izlenilmezse de bir kayıp olarak görülmeyecek bir film. 

İyi Seyirler..

27 Kasım 2012 Salı

Uzun Hikaye


Yönetmen: Osman SINAV
Senaryo: Yiğit GÜRALP
Oyuncular: Kenan İmirzalioğlu, Tuğçe Kazaz

Aktif sinema rehberinin pasif yazıcısı olarak, blog sayfamı ihmal etsem de sinemayı ihmal etmediğimi söyleyerek başlamak istiyorum yeni yazı dönemime.

Geçtiğimiz hafta ani bir kararla Uzun Hikaye filmine gitmeye karar verdik. Çok az sinemada az seanslarla gösterimde olan filmin, izleyenlerden oldukça olumlu tepkiler almış olduğunu da görünce, gereksiz yabancı filmler arasında Türk sinemasının hatrı sayılır yönetmenlerinden Osman Sınav'ın bir filmine gitmeyi çok mantıklı bulduk.

Türk sinemasının vazgeçilmez tarzı dram bu filmde de kendisini gösteriyor. Ancak son dönemde uluslararası sinema sektöründe de olduğu gibi dram filmlerinin mizah ögeleriyle süslenerek hafifletilmesi filmin geneline yansıyor, belli bir bölümde ağdalı ve duygu sömürüsüne giren bir dram söz konusu olsa da.

İsmi Uzun Hikaye olan film bir kitaptan uyarlama. Kitabı okumadığım için sadece film hakkında yorum yapabiliyorum. Filmin sadece hikayesi uzun, yaşananlar genel olarak aynı. Hak, hukuk, emek gibi kavramların yok olmaya başladığı dönemlerin filmi. Günümüz de tamamen kaybolmuş değerler. Başrolde Kenan İmirzalioğlu var, genel olarak karakter oyunculuğu işini iyi beceriyor kendisi, bu filmde de Ali isminde bir memur rolünde karşımıza çıkıyor. Kendisine haktan, hukuktan, eşitlikten yana olduğu için sosyalist diyorlar, gittiği her yerde oraların kapitalist ensesi kalınlarıyla kapışıp, başka memleketlere sürülüyor. Filmin konusu bundan ibaret, film cesur bir adamın aşkını, mücadelesini anlatıyor.

Filmin akışı gerçekten güzel, hep aynı şey tekrarlanmasına rağmen hiç sıkmadan ilerliyor. Oyuncu seçimlerinde büyük yanlışlar yapılmış ve bana göre önemli detaylar atlanmış. Örneğin; Tuğçe Kazaz, kesinlikle sinema oyuncusu olamaz, ben onu perdede gördüğümde oyunculuk okuyan ve tiyatrolarda harikalar yaratan insanlara acıyorum. Popülerliğin bir yetenek göstergesi olmadığını anlamalı insanlar. Kenan İmirzalioğlu doğru bir seçim ancak 5 yaşındaki oğlu 18 yaşına geldiğinde kendisinin saçlarının kenarlarının beyazlaması çok saçma olmuş. Keşke karakterin yaşlılığını başka bir oyuncuya oynatsalarmış, çok göze batan bir detay olmuş. Ushan Çakır, Ali karakterinin oğlunun gençliğini canlandırmış, kendisi de bu rolde çok sönük kalmış malesef. Keşke karakterlerin ilerlettiği bir hikayede daha güçlü oyunculuklar görebilseydik.

Osman Sınav Türk sinemasının başarılı yönetmenlerinden, kendisi işini iyi yapıyor. Filmin görselliği, ses kullanımı, kurgulanışı gibi seyirciyi farkında olmadan filme bağlayan olguları çok iyi ayarlayarak bunca kötü oyunculuk içinde filmin sıkıcı olmasını engellemiş.

Sinemaların çok da güzel filmle dolu olmadığı bu dönemler için, doğru zamanda gösterime girdiğini söyleyebilirim. Vaktiniz var ve uygun seans bulursanız bunca kötü eleştirime rağmen izlemenizi tavsiye ederim.

Not: Filmde Niğde gazozu içen gençlere de sevgilerimi gönderiyorum :)

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Cafe De Flore (Ruh Eşim)



Yönetmen: Jean Marc Vallee
Senaryo: Jean Marc Vallee
Oyuncular: Vanessa Paradis, Kevin Parent, Helen Florent, Evelyne Brochu

Sinema dediğimiz o büyülü dünya var olduğundan beri var olan bir soru; "Aşk nedir?". Aynı zamanda yüzyıllardır cevabı bulunamamış sorulardan biri. Günümüz dünyasında cevabı aranan en büyük soru belki de.

Geçtiğimiz hafta yine bu soruya cevap olmaya çalışan, farklı yönleri görmeye, göstermeye çalışan bir film izledim, şu sıralar gösterimde. Film C.R.A.Z.Y. isimli çok çok sevdiğim filmin yönetmeni olan Jean Marc Vallee'e ait. Kendisinin filmlerinde hissedilen o samimiyet duygusunu her yönetmende bulamıyor insan.

Filmimiz temelde, çocukluk aşkıyla evlenmiş bir erkeğin bir başkasına aşık olup karısını terketmesinin yaşattığı travmaları konu alıyor. Birbirlerinin kaderleri olduğuna inanmış iki sevgilinin, ayrılmalarının bıraktığı izler, açtığı yaralar, vicdan denen aşkta yeri olmayan o duygunun üstlerine çöküşü, hepsini karakterde görebiliyorsunuz.

Erkek ana karakterimiz olan Kevin Parent, çok da tanıdık bir oyuncu değil ( en azından benim için) fakat popüler oyunculardan sıkılan insanlara ilaç gibi gelecektir. Rolünün hakkını vermiş. Film içinde kilit kadın oyuncu rolünü 3 güzel oyuncu paylaşmış ve üçü de kendi yansıtmaları gereken duyguyu son derece güzel yansıtmışlar. Kısacası oyuncu seçimleri çok başarılı.

Görsel açıdan çok büyük beklentilere girmenin saçma olacağı filmimiz kendine yetecek kadar görselliğe sahip, belli detayları muhteşem işlemişler fakat bunu söyleyerek kendinizin yakalaması gereken detayı gözünüze sokmak istemem. Film içinde dj olan ana karakterimizin verdiği partilerin çok abartılı eğlence görüntülerine sahip olmaması, karakterin iç dünyasını yansıtma açısından yardımcı olmuş diyebilirim.

Filmle ilgili söyleyecek bir çok şey bulabilecek olsam da yazmıyorum, detayları kaçırmayasınız diye.

Ruh eşinizi bulabildiniz mi ya da ruh eşi diye bir şey var mı gerçekten?

Mutlaka gidin görün bu filmi, klasik bir aşk filminden çok daha fazlasını bulacaksınız.

İyi seyirler..

10 Temmuz 2012 Salı

Prometheus


Yönetmen: Ridley Scott
Senaryo: Jon Spaihts, Damon Lindelof
Oyuncular: Noomi Rapace, Logan Marshall - Green, Michael Fassbender

Aramaya inanmak dedikleri bu olsa gerek. Prometheus merak ettiğiniz sorulara cevapları aramak zorunda olmanız gerektiğini anlatmaya çalışan bir bilim-kurgu filmi. Uzun zamandır bilim-kurgu filmi izlememiş bünyeme iyi geldiğini ve filmi genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim.

Ridley Scott bilim-kurgu türünde Alien filmini çekerek hepimizi etkilemeyi başarmış bir yönetmen ve tekrar benzer tarzda bir filmle karşımıza gelmiş olması da güzel bir gelişmeydi, haliyle beklentileri de yüksek tutmamıza neden oldu. Bu tarzda filmlerde diyaloglar genelde teknik detaylardan bahsettiği için, filmin aslında içerde ne anlattığını diyaloglardan çıkarmak güç oluyor. Bana göre diyalogların anlatmadığı bir konu, etkileyiciliğini yitiriyor bu yüzden bilim-kurgu tarzını konuya odaklanmadan, görsellik odaklı izliyorum.

Film görsellik açısından son derece etkileyici, mekanlar ciddi anlamda görsel bir şölen sunulmasına yardımcı olmuş. Kurgulanışı sıkıcı olmasını engelleyerek filme kendinizi kaptırmanızı sağlıyor. Sanki oyuncu seçimlerinde biraz hata yapılmış gibi geliyor fakat bunların yerine alternatif kim olsaydı derseniz fikrim yok diyebilirim ama içime sinmeyen bir şeyler var oyuncularla ilgili. Filmde ölüm döşeğindeki şirket patronunu canlandıran Guy Pearce adeta Benjamin Button'ın yeni doğmuş hali gibiydi.Charlize Theron'a gelirsek, hala taş gibi ama yine de bu filmde neden var çözemedim.( çözememe konusunda yalnız değilim bunu biliyorum). Kendisi futbol programlarında bacakları görünsün de program izlensin diye çıkarılan kadın futbol yorumcuları gibiydi filmde. Ne işe yaradığını bilen yok.

Filmin anlatmak istediği konuya gelince, cevaplarını aradığınız sorularınızı kovalayın diyor, aramaya inanın diyor. Tanrı bizi yarattı, peki tanrı kim? sorduğu soru buydu aslında ama cevabını yine bulamadılar ve devam edeceğine dair sinyallerle bitirdiler filmi. Filmin sonunda sanki alien filmlerine bir gönderme mi vardı bilmiyorum, o yaratık alien filminde gördüğümüz yaratığa çok benziyordu zira.

Uzun zamandır gösterimde olan bu filmi hala izlemediyseniz ve bilim-kurgu tarzını seviyorsanız mutlaka izleyin derim.

İyi seyirler...

8 Haziran 2012 Cuma

Azrail'i Beklerken


Yönetmen: Marjane Satrapi, Vincent Paronnaud
Yazan: Marjane Satrapi, Vincent Paronnaud
Oyuncular: Mathieu Amalric, Edouard Baer, Maria de Medeiros


Uzun zamandır sinemaya gidememiş olmanın verdiği üzüntüyle yazıma başlıyorum. Adı aktif ama kendi aktif olmayan bu blogda bugün (15.06.2012) gösterime girecek olan Azrail'i Beklerken filminden kısaca bahsedeceğim.

İstanbul Film festivali kapsamında izlediğim Azrail'i Beklerken bir dram filmi, ancak komedi ögeleriyle süslenmiş bir dram filmi. Nasser Ali adında bir keman virtüözünün keman çalamaz oluşu nedeniyle, kendini ölümü beklemeye hapsedişini anlatıyor. Bir çizgi romanın beyaz perdeye aktarılışı. Orjinali Fransızca olan ve Marjane Satrapi'nin dayısının son günlerini anlattığı bu çizgi romanın ingilizce adı ise Chicken With Plums.

Basit görünen hikaye içinde, aile içinde yaşanan sıkıntılara, farkında olmadan kendimize ve çevremize verdiğimiz o derin zararlara, aşk acısına, aşık olmadan, istemeden evlenmenin getirdiği travmalara ve daha bir çok şeye göndermeler var. Göndermeleri abartmadan, sosyal mesaj vermeliyiz kaygısı gütmeden, basit ve biraz da komik bir dille anlatmışlar. Günümüzde artık dram filmlerinin ağdalı acitasyonlardan çok, komedi ögeleriyle süslenerek sunulması çok daha tutulan ve filmi izlenebilir kılan bir nitelik, o nedenle Azrail'i Beklerken de iyi bir drama olarak nitelendirilebilir.

Nasser-Ali yatağında ölümü beklerken
Filmin görüntüleri, ölümün karanlığını çağrıştırır cinsten, o nedenle ışıl ışıl bir film beklemeyin. Fransız filmlerinin klasikleşmiş romantizm ve erotizm havasını bu filmde bulamayacaksınız, beklemeyin. Çizgi roman uyarlaması olması nedeniyle çizim havası katılma amacı ve bazı geçişlerin çizgi romanda ilerliyormuş gibi yapılması da görüntüyü güzel kılan niteliklerden. Kurgu itibariyle akıcı bir film, çok uzatmamaları da iyi olmuş, tadında bırakmışlar diyebilirim.

Bu kadar iyi niteliklerle bahsediyorum filmden ancak filme yüksek beklentilerle gitmemeniz de önemli bir nokta. Ne de olsa film ilk gösterimini festivalde yapmış ve gişeden çok sinema odaklı çekilmiş bir film. Genel izleyici kitlesinin beklentilerine uymayabilir. Çok sıkıldım bu ne böyle diyerek filmden çıkma olasılığınız var.

Oyunculuklara değinecek olursak, film genel olarak tek karakterin üzerinden gittiği için, oyunculuk yükünün çoğunluğu da bu karaktere yani  Mathieu Amalric'e düşmüş. Kendisini Quantum of Solace, The Diving Bell and Butterfly, Munich gibi filmlerden hatırladığımız oyuncu, üzerine düşen yükü kesinlikle başarıyla kaldırıyor ve filmin izlenebilirliğini bir derece daha artırıyor.  


Festival filmlerinin artık daha sık gösterime giriyor olması sevindirici bir gelişme, festivalde izlemeyenlere kesinlikle tavsiyemdir. Diğer izleyiciler için fazla iddialı konuşamam ancak sinemaya gider ve klasik gişe filmlerinden sıkılırsanız çok iyi bir alternatif olduğunu söyleyebilirim. 


İyi Seyirler..

11 Mayıs 2012 Cuma

Seyfi Teoman..


Bizim, doğanın, insanoğlunun en büyük çaresizliği; ölüm..

Her ölüm erken oluyor sanırım ve her ölüm gecikmeleri ortaya çıkarıyor.

Seyfi Teoman bu ülkenin en başarılı genç yönetmenlerinden biriydi. Yönetmenliğini yaptığı 3 filmle, katıldığı Uluslararası Film Festivalleri ve aldığı ödülleri ile daha başaracağı çok şeyin olduğunu söylüyordu. Ama her başarılı insana yaptığımız az değer vererek ödüllendirme işimizi bu sefer de itinayla başardık.

Seyfi Teoman 35 yaşına girdiği doğum gününde, bir trafik kazasında vefat etti. 3 hafta yoğun bakımda yattı, gazetelerin küçük bir köşesinde, kazanın ertesi günü kendine yer buldu, o da her gazetede değil, belli başlı gazetelerde. Adının geçmediği olay kalmamış İbrahim Tatlıses'in vurulması hakkında gelişmeleri dakika dakika izlediğimiz haberler tabi ki olayı 2dk ile geçirdiler. 35 yaşında bir değer yitip giderken biz durumdan haberdar bile değildik.

Tam 3 hafta yoğun bakımda yaşam mücadelesi verdi, gelişmeleri sadece ekşi sözlükten nadiren girilen girdilerden öğrendik. 3 hafta sonunda kaybetti yaşam mücadelesini, abartılmış popülist yönetmenlerin, şarkıcıların dünyasında, ilgi göstermediğimiz bir değer ayrıldı aramızdan. Cenaze törenine çiçek gönderilmesi yerine, Mithat Alan film merkezine bağış yapılmasını isteyecek insanlardandı Seyfi Teoman. Sinemacıydı, popüler gişecilere inat film yapmaktı işi. İyi ki vardı. 

Şimdi ben de onun anısına genelimizin bildiği Bizim Büyük Çaresizliğimiz filmini yeniden izleyeceğim, benim kendi çapımda yapabileceğim tek tören bu olduğu için. 

Sinemayı sinema olduğu için seven herkesin, ailesinin, yakınlarının başı sağolsun. 

Mekanın cennet olsun.. 

4 Mayıs 2012 Cuma

Sığınak (Take Shelter)


Yönetmen: Jeff Nichols
Senaryo: Jeff Nichols
Oyuncular: Michael Shannon, Jessica Chastain

Hissederek delirmek..

Psikolojik-gerilim filmleri genellikle izlemesi de, anlaması da zor filmler kategorisine girer. Sığınak da aynen bu kategoride, sonu yoruma açık, genel akışı durgun bir psikolojik gerilim.

Film, 35 yaşında, duyma ve konuşma engelli bir çocuğu ve eşiyle mutlu bir adam olan Curtis'in adım adım paranoyak şizofreni hastalığına yakalanışını anlatıyor. 30'lu yaşlarındayken annesinin de aynı hastalığa yakalanarak terkettiği Curtis, evine ve ailesine sahip çıkmak için yoğun bir mücadele veriyor. Filmin içinde yavaş yavaş hissederek delirdiğini görüyorsunuz Curtis'in.

Öncelikle film sırasında yaratılan atmosfer çok başarılı, fırtına sahneleri, ana karakterin kendi yarattığı zaman ve gerçek zaman arasında geçişler sizi de hangisi gerçek hangisi değil karmaşıklığına sürüklüyor. Her yağmur başladığında bu sefer gerçek mi? diye sormak geliyor aklınıza.

Işık ve görüntü ayarlamaları bana göre çok başarılı, ne sizi karanlığa hapsedip daha da bunaltıyor ne de filmin içeriğine ters, aydınlık bir ortam yaratıyor. Genel izleyici kitlesi için film durgun bir film gibi gelebilir ancak filmin akışında mevcut olan durgunluk tamamen konusuyla alakalı ki bana göre durgun da değildi. 

Gelelim oyunculuklara, Curtis karakterini canlandıran Michael Shannon hep dikkatimi çekmiş bir oyuncu, tip olarak da bence karakter rollerine müthiş gidiyor. Bu filmde de yine oyunculuğunu konuşturuyor ve filmi etkileyici kılan özelliklerin başında geliyor. Curtis'in karısını canlandıran Jessica Chastain da yine güzel bir oyunculukla izleyicinin belleğinde iz bırakıyor.

Film !F Festivalinde gösterildi, Sundance, Cannes gibi bir çok festivalden ödülle döndü ve bir ara gösterime de girdi. Şu sıralar ancak internetten, dvdden izleyebilirsiniz. Eğer izleme fırsatı bulursanız hele ki bu tarz filmlerden hoşlanıyorsanız mutlaka izleyin derim.

Şimdiden iyi seyirler..


3 Mayıs 2012 Perşembe

Yeraltı Üzerine Geyik Muhabbeti

Geçtiğimiz hafta Yeraltı hakkında yazmıştım, bugün ekşisözlük okurken denk geldiğim bir link sayesinde daha önce filmde oynayacağını bildiğimiz, senarist, yönetmen ve şu sıralar da milletvekili olan Sırrı Süreyya Önder ile Engin Günaydın'ın Sky360 kanalında film ve yönetmen Zeki Demirkubuz üzerinden çevirdiği geyiği izledim. Çok eğlenceli mutlaka izlemelisiniz diyorum ve linki ekliyorum :)


24 Nisan 2012 Salı

Yeraltı



Yönetmen: Zeki Demirkubuz
Senaryo: Zeki Demirkubuz
Oyuncular: Engin Günaydın, Serhat Tutumluer, Nergis Öztürk, Nihal Yalçın

"Akıllı bir adam kendine karşı acımasız değilse gururlu da olamaz"

31. İstanbul film festivali kapsamında, bir gala gecesi tadında izlediğim Yeraltı, yazmakla bitmeyecek güzelliklere sahip bir film. Kıskanmak filmiyle çıtayı kendine göre biraz daha aşağıya çeken yönetmenimiz bu filmiyle çıta falan bırakmıyor.

Film Ankara'da yaşayan bir memurun yerüstünde yaşadığı yeraltı dünyasını anlatıyor. Onun düşüncelerini, davranışlarını, kabullenişlerini, gizli hırslarını, bilinçaltında sımsıkı tuttuklarını, özetle iç dünyasında ne yaşıyorsa onu gösteriyor film. Filmin Ankara'da geçmesini doğru buldum, sonuçta Ankara düz bir memurun gündelik yaşamını daha iyi yansıtan bir şehir ya da bu etiket üzerine yapışmış. Ancak filmin Ankara'da geçtiğini sadece filmin başında anlayabilirsiniz, şehir çok önemsenmemiş gibi geldi bana.

Bana göre nefis görüntüler var filmin içinde, hazırlanış itibariyle bazı noktalarda filmin içine girip o anın fotoğrafını çekmek istedim. Görüntüler genel olarak karanlık, filmin atmosferi karanlık olunca böylesi görüntülerde güzel gidiyor. Mizansen üstadı yine yeteneğini konuşturmuş.

Kurgu itibariyle film çok iyi ayarlanmış, dengede bir akış yerine yükselen alçalan bir akış filmin hem etkileyiciliğini artırıyor hem de seyircinin sıkılmasına engel oluyor. Kameranın genele değil de özele odaklanışı da  karakter hikayesi anlatan film için çok uygun olmuş ki genelde Demirkubuz tarzı diye nitelendirilebilir bu durum.

Oyunculuklara gelirsek Engin Günaydın ne tarzda olduğu farketmeksizin bir karakter oyuncusu olduğunu herkese ispatladı, lütfen Engin Günaydın varsa güleriz tiribine girip de bu adamın filmlerine girmeyin, o artık Burhan Altıntop değil! Nergis Öztürk, Serhat Tutumluer, Nihal Yalçın gibi güçlü oyuncuların yan karakterler olarak sergilediği üst düzey performans filmi güzel kılan diğer nitelikler. Tek anlayamadığım Sarp Apak tercihi, ben bir yönetmen olsam, Sarp Apak'ı sete almam. Zaten kendisi yaklaşık 3-4 sn görünüyor, diyaloğu yok.

Bahsetmeden geçerşem çatlarım diyebileceğim, bana göre Türk sinema tarihinin efsane sahneleri arasında yerini almış yemek sahnesi, diyaloglarıyla, çekim açılarıyla, yaşananlarla mükemmel bir sahne nasıl olmalı sorusunun cevabı. Film sadece bu sahne için bile izlenebilir bir film.

Ayrıca filmde dış ses kullanımı bana göre güzel olmuş fakat tonlaması doğru olmamış, Engin Günaydın'ın film içinde kullandığı ses tonuyla konuşması daha güzel olabilirdi.

İzleyicilerimiz için son ve önemli bir uyarı, bu film Engin Günaydın'ın Burhan'ı oynadığı komedi filmi değildir, bu beklentiyle girip, filmin ortasında veya sonunda yaa çok sıkıcı yaa demeyin.

Mutlaka izleyin, mutlaka!

8 Nisan 2012 Pazar

Into the Abyss (Uçuruma Doğru)


Yönetmen: Werner Herzog


Bir ölüm, bir yaşam hikayesi...

Aslında bugün yazacaklarımda İstanbul Film festivalinin genel havasıyla, filmlerin nasıl gittiğiyle ve geride bıraktığımız ilk haftayla ilgili yorumlarım olacaktı. Ancak bugün öyle bir belgesel izledik ki, etkisinden kurtulmam uzun sürecek gibi gözüküyor.

Werner Herzog'un bu belgeseli Teksas eyaletinde 3 kişinin cinayetiyle hüküm giymiş iki arkadaşı inceleyerek, idam cezasını, şiddeti, suçlunun ve mağdurun tarafından bakarak, suçu ve suçluyu övmeden, aynı zamanda yermeden, müthiş detaylarıyla ele alıyor. Etkisi uzun süre üzerinizden atılmayacak bir yapım. Yazarken bile kelime bulmak da güçlük çekiyorum, ne söylesem diye.

Genel yapı itibariyle bir belgesel nasıl sıkıcı olmaz, nasıl insanı içine çeker, alır götürür, izlediğinizde görüyorsunuz. Sahneler, müzik, insanlar, sorular, cevaplar, hikayeler..aklınıza kazınıyor. 

Zamanı sorguluyorsunuz, yanlışları başka yanlışlarla nasıl da acımadan kapattığınızı, hayatınızın değerini bilmeden günlerinizi nasıl geçirdiğinizi anlıyorsunuz. Gerçekten aşkın, sadece ellerine dokunabildiğiniz insanın ellerini tarif edebilerek mümkün olabileceğini anlıyorsunuz. 

Belgesele dair fazla ayrıntı vermeyeceğim, izlemeyen anlayamazsınız. Ancak aklıma yer eden bir kaç kısımdan bahsedersem hapishane idam görevlisinin söyledikleri, yaşadıkları, mahkumlardan birinin kendi gibi mahkum olan babasının anlattıkları çok çarğıcıydı diyebilirim. Bu iki ad size hayat muhasebesi yaptıracak.

Sorulan sorular gerçekten harikaydı, ne suçluları daha fazla suçladılar, ne de kurbanların ailelerini daha fazla incittiler. Can alıcı detay sorulardı hikayeyi etkileyici kılan. Mahkumlardan birinin karısına, "onun ellerini tarif edebilir misin, dokunmanın nasıl bir his olduğunu" sorusu, yerinize çökmenizi sağlayacak cinstendi. 

Daha fazla içimden yazmak geliyor ama şu anda kendime aşağıda yazacağım soruyu soruyorum;
"çizginin hakkını verebildiniz mi?"

İyi seyirler.

23 Mart 2012 Cuma

31. Uluslararası İstanbul Film Festivali


Bu heyecanın tadı başka..

Nihayet Filmekimi'nden bu yana beklediğimiz 2 hafta geliyor. 31 Mart-15 Nisan 2012 tarihleri arasında 31.'si gerçekleşecek olan İstanbul Film festivali bir hafta sonra başlıyor.

Çeşitli yazılı medya organlarında, işin ustalarının yaptığı yorumlar bu yıl festivalin çok dolu bir programı olduğu yönünde. Benim de kendi çapımda yaptığım incelemeler bu yönde. Dolu ve çeşitli bir program var gibi görünüyor.Uzun çalışmalardan sonra bir arkadaşımla ortak program yaparak kendimize bir liste oluşturduk ve biletlerimizi geçtiğimiz Çarşamba günü alarak hazırladık.

Benim seçimlerim;

31 Mart 2012 Cumartesi

13:30 - Atlas -Aşkın Karanlık Yüzü
16:00- Beyoğlu - Unutulan Topraklar (Bu filmi çok merak ediyorum)
19:00-  Afm- Micheal
21:30- Atlas - Faust

01 Nisan 2012 Pazar

11:00 - Afm - Akasyalar
13:30 - Atlas - Cesaret
16:00 - Atlas - Karanlıkta Kalanlar

05 Nisan Perşembe

21:30 - Rexx - Azrail'i Beklerken

06 Nisan Cuma

19:00 - Afm - Duck

07 Nisan Cumartesi

16:00 - City's - Nefes
21:30 - Afm - Alpler ( En çok övgü alan ve merak edilen filmlerden biri)

08 Nisan Pazar

11:00 - City's - Dipnot
13:30 - City's - Uçuruma Doğru
19:00 - Atlas - Can

12 Nisan Perşembe

19:00 - Atlas - Yeraltı (Bir diğer meraktan öldürecek film)

13 Nisan Cuma

19:00 - Afm - Trishnia

14 Nisan Cumartesi

11:00 - Atlas - Alacakaranlığın Portresi
16:00 - Atlas - Barbara
19:00 - Afm - Polis

15 Nisan Pazar

13:30 - Afm - Blackthorn

Bilet bulabilmiş herkese iyi seyirler..

Not: Bazı filmlere gidememem halinde boşa çıkan biletlerden haberdar edeceğim. Twitterdan falan görebilirsiniz.

https://twitter.com/#!/emreturkben

26 Şubat 2012 Pazar

Fetih 1453


Yönetmen: Faruk Aksoy
Senaryo: Atilla Engin, İrfan Saruhan
Oyuncular: Devrim Evin, İbrahim Çelikkol, Dilek Serbest

Hepimizin bildiği gibi, Türk sinema tarihi için neredeyse ilk olabilecek nitelikte görselliklere sahip olduğu söylenen bir film girdi gösterime, üstelik film bir çağın kapanıp yenisinin başlamasını sağlayan İstanbul'un fethini anlatıyordu. Hal böyle olunca da bu filme gitmemek olmazdı, ben de geçtiğimiz günlerde Fetih 1453 filmini seyrettim.

Filme ilgili onlarca eleştiri yapılabilir ancak kesinlikle Türk sinema tarihinde bir ilk olma özelliği taşıyor. Ancak film öyle kötü bir yönetmenin elinden çıkmış ki, maalesef insan böyle bir konunun bu derece kötü ellerde heba olmasına üzülüyor.

Öncelikle oyuncu seçimlerini kim yaptıysa kendisinin piyasadan çekilmesini istiyorum. Bu kadar kötü bir oyuncu seçimi olamazdı. Seçimler kötü olduğu gibi oyunculuklar da vasatın altında kalıyor, etkileyici tek bir performans yok.

Ortaokuldan bu yana Tarih derslerinde bize anlatılan Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı tarihinin en zeki, en başarılı padişahıyken filmde Fatih Sultan Mehmet için ne sünepe bir adammış bu diyebiliyorsunuz. Bunun yanında, herkes için İstanbul'u Fethi'ni efsaneleştiren hikaye gemilerin karadan yürütlmesidir. Ben filmde en çok buna yer verilmesini beklerken, utanmasalar buna hiç yer vermeden geçeceklermiş. Bu fikir nerden geldi, Fatih böyle bir fikri olduğunu söylediğinde çevresindekiler ne tepki verdiler, nasıl uygulanmaya koyuldu bütün bu detaylar atlanarak 2 dakikalık bir sahneyle böylesine efsane bir hikayeyi nasıl geçiştirirler anlam veremiyorum. Bu senaryonun ne derece başarısız ve kalitesiz ellerden çıktığını gösteriyor, bu açıdan tam bir facia.

Yine yönetmenimiz ve senaristlerimiz Hollywood yapımı savaş filmlerinin vazgeçilmezi aşk hikayesini de atlamamışlar, çok gereksiz iki karakteri sürekli gözümüze sokarak onların aşkından bahsetmişler. Onca önemli ve vurucu detay dururken sen iki yan karakterin aşk hikayesini gereksiz yerlerde zırt pırt gözümüze sokarsan, altın ahududunun en büyük adayı olursun. Bu aşk hikayesi yüzünden Ulubatlı Hasan Fatih'ten daha ön planda, inanın tarih bilmeyen biri izlese Ulubatlı Hasan'ı padişah sanabilir.

Savaş sahnelerini, ben kötünün iyisi olarak nitelendiriyorum. Zaten film de ancak bu sahneler sayesinde bir ilk olma özelliği taşıyor. Bu sahneler ve hikayenin efsaneliği filme rekorlar kırdırıyor zaten. Bir ufak eleştiri de bizansın karakterlerinin kullandıkları dile, arkadaş bu adamlar neden akıcı Türkçe konuşuyor, bir ara dublajlı film izler gibi hissettim kendimi.

Başlarda da söylediğim gibi onlarca eleştiri var ancak film hikayesinin efsaneliğinin ekmeğini yiyor daha da yiyecektir. İzlemek için sebep aramaya da gerek yok aslında, en azından böyle filmlerin daha iyilerinin de çekilebilmesi için gidip görmek gerekir diye düşünüyorum. Ancak mümkünse böyle filmleri Amerikan çakması gençlik filmlerinin yönetmenleri değil de daha düzgün, başarılı yönetmenler çeksin. Mahsun'a bile razıyım ben kendi adıma.

Şimdiden izleyecek herkese iyi seyirler..

3 Şubat 2012 Cuma

We Need To Talk About Kevin


Yönetmen: Lynne Ramsay
Yazan:  Lynne Ramsay, Rory Kinnear, Lionel Shriver (Roman)
Oyuncular: Ezra Miller, Tilda Swinton

Hep söylüyorum, yine söylüyorum, söylemeye de devam edeceğim, film festivallerinin en güzel taraflarından biri de gösterime girmeyen belki hiç girmeyecek filmleri izleme şansı bulmamız.

Kevin Hakkında Konuşmalıyız da bu kapsama giren filmlerden biri. Filmekimi 2011 kapsamında gösterilmişti. Bazı yorumcuların yurtdışı festivallerde izleyip, beğendiğini söylediği bu filmi festivalde izlemiştim.

Film, doğuşundan itibaren sorunlu olan bir çocuğun, nasıl psikopat haline geldiğini göstererek, bu çocuğun annesinin hayatını nasıl değiştirdiğini anlatıyor. Özgürce gezen kadının kazara sahip olduğu çocuğu istemeyişi, bütün bunların sonunda sorunlu olan çocuğa karşı duyduğu suçluluk duygusu filmin baskın tarafları. Filmin ismine aldanmayın, konuşmalıyız diyorlar ama filmde diyalog o kadar az ki, izlediğinizde şaşırıyorsunuz. Diyaloğa gerek bırakmadan, oyunculuklarla anlatıyorlar her şeyi. Kevin'ın ergenlik çağındaki halini oynayan Ezra Miller üst düzey oyunculuğuyla filmin dikkat çeken karakterlerinin başında geliyor. Yine anne rolünü üstlenen Tilda Swinton bir annenin yaşayabileceği bütün o ağır duyguları film boyu size de yaşatıyor.

Film, Lionel Shriver'in nobel ödüllü romanından uyarlama. Genellikle kitaplardan sinemaya uyarlanan filmleri, ayrıntıları kaçırmaları yüzünden çok beğenmesem de, kitabını okuyamadığım bu film için bir yorum yapamıyorum. Sadece filmi beğendiğimi söyleyebilirim.

Film, bir çocuğun annesiyle, annesinin kendi kendisiyle olan hesaplaşmalarını anlatıyor. Sevgi ne kadar, ne zaman hak edilir, karşılık beklemeden, suçlamadan nasıl sevilir, sevmezsek karşımıza neler çıkar, ne kadar sorumlu hissederiz gibi aileye dair temel kavramları sorguluyor aslında. Çocuk yapmayı düşünenler, sonuçlarını düşünmeden mi yapıyor? Çocuğuna kendi dünyasından ödün vererek ne kadar sevgi gösterebiliyor bütün bunlar film sonunda düşünebileceklerinizden sadece birkaçı. 

Sürpriz bir şekilde film Türkiye'de gösterime girdi. Çok fazla sinemada oynamıyor fakat araştırıp gitmenizi tavsiye ediyorum.

19 Ocak 2012 Perşembe

Lale Kart 10 Yaşında


Sanatın kişi ayrımı yapmadan herkese aynı oranda ulaşmasını, kişilerin de eşit koşullarda ulaşabilecekleri etkinlikleri destekleyenlerdenim ancak bazı gerçekleri de görmezden gelemeyiz. Bu organizasyonların sürekliliği maddiyata bağlı, bu maddiyatı da son 10 yıldır Lale kart aracılığıyla sağlıyor İKSV. Sanıyorum başarılı oluyorlar bu hedeflerinde. 

Geçtiğimiz yıl Filmekimi için istediğim hiç bir filme bilet bulamamam nedeniyle, bu sene işi tehlikeye atmamak adına Lale Kart aldım. Öncelikle şunu söylemeliyim, çok faydasını gördüm. Kızsam da, bunun üstünlük sağlamasını çok anlamlı bulmasam da, az da olsa milyonda bir de olsa katkım olması adına aldım bu kartı. 

Dün gece Lale Kart 10. yılını kutladı. Muhteşem bir organizasyon, muhteşem bir geceydi. Orada bulunanlar gerçekten şanslılardı. Ben de bu şanslılar arasındaydım. Öncelikle mekan çok güzel düşünülmüş, Hasköy Eski yün iplik fabrikasında yapıldı gece. Girişte LCD ekranlarda çeşitli videolar oynatılıyor, kırmızı halıların üzerinde yürüyerek eski bir fabrikanın içine yol alıyorsunuz. Kendinizi daha girerken iyi hissediyorsunuz. İçerisi çok güzel hazırlanmış, ferah, geniş bir alan, kendi halinde içkisini içerek muhabbet eden insanlar. Hizmetin kalitesi üst düzeydi, işi bilen birileri tarafından yapıldığı belliydi. Gece böylece başladı.

Kokteyl sonunda Levent Üzümcü tam da programda yazan saatte sahneye çıktı, gecenin sunuculuğunu yaptı kendisi. Ardından İKSV başkanı Bülent Eczacıbaşı konuşma yaptı. Gecenin tek kötü yanı bu konuşmanın ardından yaşandı, en azından bana göre, siyah lale kart sahipleri tek tek sahneye çağırılarak hatıra fotoğrafı çektirildi. Organizasyonun ortasında böyle bir işe girişilmesi çok saçma ve gereksiz oldu. 

Bütün bunların ardından 15 dk erken bir şekilde MFÖ sahneye çıktı. Yaşlanmayan grup, ölmeyecek şarkılarını tek tek söylediler. yaklaşık 1,5 saat sahnede kaldılar, çok eğlendirdiler. Hatta konserin sonunda insanlar kendilerini sahnede buldular, ben ve arkadaşım elinde mikrofon tanımadığımız insanlarla ele güne karşı yapayalnııız diye bağırıyorduk en son. Gece orada bitmedi aslında daha sonra dj performanlarıyla eğlence devam ediyordu ancak MFÖ'nün de dediği gibi "erken kalkmak mecburen, işe gitmek mecburen" diyerek geceyi noktaladık.

Orada olmaktan büyük bir mutluluk duydum dün gece. Lale kart olayına kızıyor olsam da aldığımdan beri verimli kullandığım bir kart oldu. Umarım daha da büyüyerek, çok daha büyük organizasyonlarla, para, kar gibi amaçlar gütmeden yoluna devam eder İKSV ve Lale Kart. 

Unutmayın! -Sanat bizsiz olmaz-

17 Ocak 2012 Salı

Zenne Dancer


Yönetmen: Caner Alpay, Mehmet Binay
Yazan: Caner Alpay
Oyuncular: Kerem Can, Giovanni Arvaneh ve Erkan Avcı

Yaşamakta olduğumuz ülke itibariyle yabancı olduğumuz çok kavram var. Zaten insanları insan olduğu için yargılamaktan çok uzak olduğumuz ve bir çoğumuz bu zihniyetle yetiştirildiğimiz için, yabancı olduğumuz kavramlara yakınlaşmamız da çok zor görünüyor. İşte böyle bir ülkede eşcinsel bir erkeğin hikayesini anlatmak da cesaret isteyen bir iş.

Zenne, gerçek bir hikayeden esinlenilmiş, 26 yaşında babası tarafından öldürülen Ahmet'in hikayesinden. Film Ahmet'in ve çevresinin yaşadıklarını, türkiye'de eşcinsellerin yaşadıklarını küçük bir pencereden inceliyor. Filmle ilgili eleştireceğim konular ikiye ayrılıyor. Normalde, cesaret isteyen bir film çekmek filmi güzel kılmıyor ancak bu filme kötü diyemeyiz. Vasatın üstünde bir film, iyi olmaya yakın.

İlk bölümde sahneler çok kopuk çekilmiş, kimin hikayesine odaklanıldığı belli değil, fotoğraf karesi gibi bir o sahne bir bu sahne şeklinde ilerliyor, bu da hikayeye adapte olamamanıza sebep oluyor. Ahmet'i canlandıran Erkan Avcı ilk kısımda rolünün hakkını veremiyor, kendi içinde yaşadığı sıkıntıyı bize bir türlü aktaramıyor. Can karakterini canlandıran Kerem Can ise ona göre daha iyi ve film boyu ortalamanın üzerinde bir performans sergiliyor. Film genel akış itibariyle ilk yarıda dur bakalım nasıl bağlayacaklar sorusunu akıllara getiriyor ama bu soru merakla değil daha çok endişeyle akıllara geliyor. Eğer böyle giderse amaç iyi ancak sonuç kötü olmuş endişesi ortaya çıkıyor.

İkinci bölümde ise film biraz daha bütünleşik hale geliyor, sahne geçişleri daha mantıklı ve düzgün bir hal alıyor. Filmin ikinci kısmı bu özelliği sayesinde sizin filme tutunmanızı ve adapte olmanızı da sağlıyor. Ahmet karakterinin oyunculuğu bu bölümde ortalamanın üzerine çıkıyor ve sonradan da olsa sıkıntılarını ve korkularını size hissettiriyor.

Filmde kullanılan müzikler güzel, özellikle dans sahneleriyle birleştirilen sahneleri beğendim. Keşke bazı şiddet sahnelerini (spoiler vermemek adına bazı diyorum çok yok) bu dansla birleştirip sadece sonucu gösterselerdi o zaman daha az dramatize ederek anlatma imkanı bulurlardı diye düşündüm. Yine de Mahsun Kırmızıgül tadında dramatikleştirmemişler filmi, buna çok açık olduğu halde.

Genel olarak ortalamanın üzerinde bir Türk filmi Zenne. Kendi içinde cesur, az duygu sömürüsü yapan ve ben de dahil bir çoğumuzun normal bakamadığı gerçeklerin aslında normal olabileceğini göstermeye çalışan bir film. Sinemamız adına sevindirici ama ödüllendirme adına tartışılabilir bir film.

Gidip izlemek ve kendi yorumumuzu yapmak gerek.
İyi seyirler..

15 Ocak 2012 Pazar

Tinker Tailor Soldier Spy


Yönetmen: Tomas Alfredson
Yazan: John Le Carré (Roman), Bridget O'Connor, Peter Straughan
Oyuncular: Gary Oldman, Benedict Cumberbatch, Colin Firth, Tom Hardy, John Hurt

Ajan filmlerinin eskisi kadar ilgi görmediği dönemlerdeyiz artık. Anne, babalarımızın o bol bol ajan filmleri izleyip, konuyu çözmeye çalıştığı zamanlar geride kaldı. Artık teknolojinin getirdiklerinden yararlanmayanlar çok gişe başarısı gösteremiyor, seyirci basit düşünmeye daha doğrusu hiç düşünmemeye alıştırıldı. Vuralım, kıralım dünyayı kurtaralımdan ibaret filmlere çok alıştık. İşte böyle bir dönemde bir ajan filmi karşımıza çıkıyor, Tinker Tailor Soldier Spy.

John le Carré'nin aynı adlı romanından uyarlama olan Tinker Tailor Soldier Spy filmi de eski ajan filmleri tadında, durgun ama sürükleyici bir film. Belli yerlerde karışsa da, film sizi hikayenin içine çekiyor ve neler oluyor diye sormanıza sebep oluyor. Klasik bir konu aslında, ajanların içinde bulunan köstebeğin kim olduğunu çözmek üzerine bir film. 

Romanını okumadığım için aktarımının ne kadar başarılı olduğu konusunda bir şey söyleyemiyorum ancak filmle ilgili tek başına değerlendirmeler yapılabilir. Oyuncu kadrosu dikkat çekici ölçüde iyi, büyük ustaların yine kendilerini ince ince gösterdiği bir film. Yavaş ilerliyor, buna sebep olarak hikayenin kendisi gösterilebilir. Film sizi hikayenin içine çekiyor bu büyük bir artı. Yönetmenin detaylara verdiği önem yeterli olmasa da, iyi sayılabilecek düzeydeydi, bir ajan filminde daha fazla detay bekliyor insan bu beklentiyi tam anlamıyla karşılayamıyor.

Filmin belirli sahneleri İstanbul'da geçiyor. Kısacık İstanbul sahnelerinde gerçekten başarılı bir iş çıkarttıkları söylenebilir. Bu şehri filmlerde böyle görüp de normalde böyle göremediğim için yine üzüldüm. Çok fazla diyalog olmasını beklediğim bir filmdi ancak yine bir ajan filmine göre diyalogları az buldum, diyaloglarda verilebilecek detaylar da böylece atlanmış.  

Filmin içeriği hakkında detay vermemek gerekli, bu tür filmlerde, film hakkında ne kadar detay verirsek, film o kadar çekiciliğini yitirir. Ajan filmlerini seven, film izlerken filmin gidişatı hakkında düşünmeyi seven, bol aksiyon beklentisi olmayan kişilere tavsiye ederim. 
Not: Ülkemizde 10 şubat 2012'de gösterime girmesi bekleniyor. Benim gibi sabredemeyenler için dvdleri piyasada mevcut.